vendredi 16 décembre 2016

Dost dediğin...

"Ölümden önce hayat var mıdır ?" sorusuna, erenler, dört kere "hayır" diye cevap verirlermiş. Ölüm, öncelik, hayat, var olmak, ne ola ki ? Pekiyi, dertler, belâlar, buhranlar, sıkıntılar, ne diye can yakar o vakit ? Adem-i mevcûdiyet yegâne hakikat ise, gam neden mevcuttur ? Hııı. Işte burası, zurnanın zırt dediği yerdir, derler. Çünkü gam, dost tâyin etme vesilesiymiş. 

Çığlığın gideceği yer neresidir diye sormuşlar, gözünü yumduğun andaki karanlıktır demişler. Ondan sonra da, dostunun yüreğidir. Muhayyel de işte böyle dertlenirken, dost arayışına koyulmuş. Sen, o, öteki, hepsini listelemiş. El Vedûd'un tecellisini taharri eylerken, ne kadar şeytancık, menfaatçı, zırzop, zevzek bulmuş. Onları eledikten sonra da, kala kala, bir kaç kişi sayabilmiş.

Hüsnü mesela. Ahiret odaklı yaşayan bir muhterem. Muhayyel'in resmî "confesseur"'ü. Bu anlatır, o dinler. Hâmil-i esrârı. Veya Behlül. Zaman geçtikçe, his dünyası boş, zihni boş bir insanı andıran zât. Derdi, sadece spor ve cima olan, insanlarla irtibatını sadece faydalanmak üzerine kurmuş olan hodgam. Veya Vardar. Semâ ve arzla cebelleşen, hayat ile âhiret, enâniyet ile diğerkâmlık arasında gidip gelen serseri ruh. Veya Cihan. O da dürüstlük üzerine inşa etmek istediği hayattan dâima sille yiyen cân-ı latîf.

Bir de Dost-u Âlâ var tabii. E O da, mâlum, sessiz. "Sükût olmasa idi, sabır olmaz idi, sabır olmasa idi, sülûk olmaz idi, sülûk olmasa idi, salah olmaz idi", demiş erenler. E, o vakit, "isteyin ki vereyim" sözünü nereye yerleştireceğiz diye hınzırca sormuş Muhayyel. "Ne istedin ki ?", diye cevâp eylemişler. "Onu", demiş. "O, onu sana verirse, ne olacak ki ?", diye üstelemişler. "Haz duyacağım", demiş. "Haz ha ! Şeytanın okuna mı tutuldun ?", deyü suâl etmişler...



"Tutuldum ulan !", diye içinden geçirirken, berikiler şöyle devam etmiş : "Nûn'un anlamını bilir misin ey divâne ? Seni hilkat garibesi olarak dünyaya yollamış olan Ulu Zât'a hücûm etme niyetindeysen, e buyur, arşı sen de titret. Yok, çıldırmak üzereyim ama günaha da bulaşma irâdesinde değilim, diyorsan, nûn'a sığın. Isyândan nisyân çıkaran, Yunus'u felâha erdiren, nûn'a ! Dünyada ve dünyadan dost olmaz, dost, nûn'dadır". 

Kendi yaratılış gâyesini bir türlü kavrayamamış olan Muhayyel, bu cümleden de hiç birşey fehmetmedi. Kavrasa imiş, zuhûrât ale-l zuhûrât olacak imiş. "Ben usanmam gözümün nûru cefâdan amma/ ne kadar olsa cefâdan usanır cândır bu" demek varken, "Değildim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil/Mana ta'n eyleyen gâfil seni görgeç utanmaz mı", deyivermişti. Hevesiyle, şehvetiyle, arzusuyla başbaşa kalmış bedbaht bir cisim olmayı tercih etmişti. Erenler, buna "nûnkörlük" adını koymuşlar imiş...