dimanche 25 octobre 2015

Sarmal

"Bu çığlık, bir gün başımı yakacak", dediğinde Muhayyel, etraftaki kalabalık sinirli sinirli çay yudumluyordu. O alımlı bardağın, yontulmamış bir beyne takviye yollaması da garabetin zirvesiydi. "Bunlara dert anlatılmaz yahu", diye içinden geçirirken, üzerine üzerine gelen perîde çekirdek kabukları, sarmalamıştı cüretini. Bacak arası kokunun, duman ve tere karıştığı ortamdan ne hayır gelmişti ki bugüne kadar...

Behlül'ü çok sevmişti. Şapşallığını, vurdum duymazlığını, saç-sakalını. Bir beyin hiç mi yorulmazdı ayol ! Herkesin selam verip geçtiği o eller ve o gözler için, ne kadar dua etmişti. Secdede bütün cesaretini toplayıp, "sübhane rabbiyel âlâ" nın ardından hemencecik onun ismini zikretmişti. Utana, sıkıla. Bir iki göz damlası da serpiştirmişti halıya. Fıkıh ne der, ona neydi ki. Allah'a hamd olsun, umurunda değildi... 



Aşıkların her daim tek derdi olmuştur, mâşuğun yakınlarda bir yerlerde kırıştırması. O cenâbet don bile bakiyye derecesine yükselir. Behlül, Ayşeler'in zebûnuydu. Ama birgün, Fıtnat çıkıvermişti karşısına. Günde beş kez namaz kılıp, haftada iki kere zenpârelik yapan o cakalı adam, Muhayyel'i çıldırtacak şekilde, set çekmişti hovardalığa. Merd-i cemîlin usanması başka bir dertti. Teri, çarşaflarda olmalıydı. Hiç doymamalıydı O...  

Hani derler ya, dal rüzgarı affetse bile, dal kırılmış bir kere. Öyleydi işte artık. Değildi de, öyleymiş gibi yapıyordu. Secdeden rükuya geçmişti ismi. Tekbire ulaşması yakındı. Ne ev, ne kira, ne mezar. "Ah Ökkeş, saniyelerin beynimde yarattığı o yumağı bir görsen, saatlerine lânet edersin" demişti dostuna. Behlül'ün koltuğu olmuştu bir mâbed. Kendi de, bir "hacerül-müzehhep". Makedonya'lı üstâdın dediği gibi, "o ihtisâs ile bir inbisât olur peyda"...

"Valla hiç birşey anlamadım", deyiverdi Ökkeş. "Zaten anlasaydın, ölüm fermânımı imzalamış olurdun" dedi Muhayyel. Sigarasına yapıştı hemen. Iki parmağı arasında alevlenen o meret, dudağına öyle sarılmıştı ki, duman, edebinden, soluk almaktan vazgeçmişti. O anda, zıpır geçivermişti. Sevmesi zaten mümkün değildi. Bari nazar eyleseydi, yeter de artardı bile. Olmamıştı. Küller, boyunları bükük, okşadılar elini. O kör, bu kor. "Ben sensiz bin gece kan ağladım, sen bir gece bile sensiz kalmadın, mâzursun" çığlığı işitilmişti semâda...

mercredi 14 octobre 2015

Ode au démon...

Le souffle coupé. Encore une fois. La mèche qui embrase le coeur. Une chevelure dorée qui passe par là et un corps qui s'écroule. Un oeil vert, le drame d'une vie. Et cette frivolité, cette allure, cette senteur, pourquoi diable faut-il que tu sois l'être le plus beau...
C'est d'une odeur qu'on devient fou. L'un traîne la beauté de son espèce, l'autre renifle les pissotières. Même la goutte la plus vile devient une histoire. Un conte. Une grosse bulle au-dessus de la tête. On y range l'arôme du corps et certaines des cochoncetés...
La respiration et le souffle nous offrent un avant-goût de l'Eden. "Le dedans des statues sent déjà le paradis". Le menton dressé, on croit narguer. Alors qu'on est en pleine extase et c'est tellement lâche. Pourquoi faut-il toujours qu'on souffre de la vénusté de cette race...
Et le "bonsoir" tombe. Qu'on s'en fout alors des obligations et des convenances. Bien pâle est la personnalité de celui qui n'envisage pas de démissionner pour suivre une fragrance, n'est-ce pas. La chaise et la paillasse deviennent reliques; le vide laissé, un temple...
Le démon s'en va et on va pleurer dans le giron de son adversaire, Dieu. Toujours aussi bavard. Païen j'eûs été, j'aurais dévidé mon chapelet et arraché la calotte du mollah. Et quand on pense que la sueur sera saveur pour X, Y ou Z, on dérobe un dernier regard. Histoire de résister...