lundi 2 août 2010

Tatil...

Türkiye'ye giden bilir. Inersin havaalanına, hemen Istanbul'un nemli havası şap diye yüzüne yapışır. Cehennem anacım cehennem. Sıcaktan nefret ederim. Annem şanslıdır; hep üşür o. Bende sol elimde mendil, sağ elimde pervâne, canımı kurtarmaya çalısırım. Istanbul'u ben kitaplarda seviyorum galiba. Hep yazları görmüşümdür; bunaltıcı güneşin altında dolaşana aşk olsun. Ben tatilde evden dışarı çıkmam...


Eh işte geliyorsun. Eş doşt kuyrukta seni bekliyor. Aynı konuşmalar, aynı istihzalar, aynı yapaylık. Akrabalıktan hulûsiyet çıkmaz azizim. Senede bir kere gördüğüm insanla ne paylaşıp samimiyet kurabilirsin ki. "O kadarcıkta rol yap canım sende" diyebilirsin. Mecbur yapıyoruz. "Ay canım canım, halasının yakışıklısı, ne de hoş olmuşsun böyle, muah muah". Külliyen palavra tabii. Redd-i kelâm yapamıyacağına göre, sende şiştikçe şişiyorsun, "senide iyi gördüm ha, maşallah iyisin, özlemişim be !". Sûâlât faslından sonra hedâyâ, tabii. Pazardan aldığın "koton" gömlek, çay, kahve, çorap. Alan râzı, veren râzı. Hoş şeyler. Ondan sonra mekûlât. Ye, iç, yat.


Istanbul'da evim olmadığı için, orada kalmayı sevmem. Köyü severim, ben. Yozgat'ta, üfül üfül poyraz esen köyüm. Babam, annem, ablam, iki abim, dedelerimizin istirahatgahı. 2007'de ölmüştü babam. O üç senede, iki amcamı ve bir halamı kaybettim. Köye ilk kez geliyorum 2007'den beri. Aynı olmaz tabii. Imdat amcam vardı mesela. Çok komikti, sülalemizin köşe taşlarından. Derin üzüntü duymuştuk ölüm haberini aldığımız zaman. Daha 50 yaşlarındaydı. En çok hatıram olan insanlardandır : camiide, evde, adliye sarayında, belediyede, kahvede, hastanede. Sebeb-i muhabbet işte şana...


Niye yalan söyleyim, çok az insan özlerim ben. Gariptir ama öyledir. Imdat amca özleyebildiğim nadir kişilerdendir. Nur içinde yatsın. Bir gün, namaz kılarken gördüğümde şaşırmıştım. "Aman amca, marksisliğe ihanet ediyorsun" dedim, sanki benim gençlik ülküdaşımmış gibi. "Sen ki eczacılık fakültesinde devrimciydin". "Ee öyle yavrum, öyle..." demişti de gülmüştüm. Tabii çerkezlerde öyle laubalilik olmaz, hemen bir "Allah kabul etsin canım" ekledim. "Canım" kelimesi fazlaydı galiba...


Hani bizim de Gaulle derdi ya "köye geldiğim zaman onarımdan geçerim ben"; veya Agatha Christie ablamazın "şehirlerde var olunur, köyde yaşanır" lafı. Hepsi doğrudur. Şöyle bir Fransa'ya gittim; Paris'te metro stasyonunun içine. Koştur Allah koştur. O kadar ki, kapılar kapanacak diye, heyecandan çantamı metronun içine atmak üzereydim. Ne akıl diye son anda düşündüm. Ulan çantanın ne işi var metroda sen dışarıda kaldıktan sonra. Yok anam, yaşanmıyor. Şaşırıyorum üstâdım, beni bile heyecanlı, stresli, aceleci yaptı bu şehir hayatı. "Aman git" dedim, "istikâmet köy"...


Bir de, hani sanki bizim köy, hayalet yatağı. Efendim, tuvalete destur demeden girme, şurası cin sokağıdır, şurada bir veli yatıyormuş, ay sesler duyuyorum, köpekler ezanla birlikte havlamış, rüya gördüm, falan filan. Heyecan içinde yatarız. Cuma gecesi ruhlar gelirmiş diye, camda beklediğimi bilirim ben. Hani şu "ruh hali" (deyim yerindeyse) varya : korku filmini izlersin ama gözlerini kapatırsın. Bu da öyle : gelecek mi biri acaba. Metafizikle oldum olası aram iyidir. Ruhlar, cinler, ölüler, ölüm, ilgi alanımdır. Ama aynı zamanda ödüm patlar.


Köyde, en sevdiğim yer, mezarlıktır. Öyle fetiş anlamda değil. Sevdiklerim orda olduğu için. Ebeveynim karşımda yatıyor. E duygulanıyorsun haliyle. Babamda öyle bir insandı ki sorma gitsin. Hani derler ya "babam olduğu için söylemiyorum ama...". Hani hapşırdığımız zaman, "çok yaşa" deriz ya, bende tik olmuş, "tövbe de aslanım" diye hemen düzeltiyorum. Ne işim var benim uzun yaşamla. Gerçi kimin ne işi var şu hayatla, hiç anlamam. "Herif sende, Mevlana kesildin" diyebilirsin. Karşımda yatanları görsen, sende pûyân olurdun. Pür-şer arkamda, pür-huzûr karşımda. Daha ne diyeyim...